Agnès Varda Filmlerinde Kadın Karakterler: Sahiden de Yeri Yurdu Yok Mu?

0
Paylaş

Fransız Yeni Dalga’nın büyükannesi, fotoğrafların, kedilerin ve muhteşem olan daha birçok şeyin buluştuğu, herkesin içinde bir manzarası olduğuna inanan “o” kadın… Evet, Agnès Varda!

Sinemada feminizmin öncüsü olarak nitelendirebileceğimiz Agnès Varda, kamerasını adeta bir kalem gibi kullanarak eril bakışın sınırlarını aştı. Kadınları edilgen nesneler olarak değil; hareket halinde, düşünen, sorgulayan ve var olan özneler olarak resmeden bir dünya inşa etti.

Agnès Varda filmlerindeki kadın karakterleri onun gözünden irdelemeye çalıştık. Varda’nın büyüleyici dünyasına kapıyı araladık, dilerseniz siz de buyurun!

Kamerayla Feminist Manifesto Yazan Kadın: Agnès Varda

Agnès Varda bizlere sinemanın toplumsal cinsiyet, kimlik ve özgürlük üzerine düşünmenin bir yolu olduğunu gösteren öncü bir yönetmendi. 1928’de Brüksel’de doğan Varda, Paris’te sanat eğitimi aldıktan sonra önce fotoğrafçılıkla ilgilendi, ardından sinemaya yöneldi. 

1954’te çektiği Paralel Yaşamlar (La Pointe Courte) filmi, Fransız Yeni Dalga akımının ilk adımlarından biri olarak kabul ediliyor. Ancak çoğunluğu erkeklerden oluşan bu akım içinde, Varda’nın varlığı uzun süre “istisna” olarak görüldü. “Küçük Agnès” olarak anılmasına rağmen, o kendi sesini bulmaktan ve sinemada kadınları merkeze koymaktan asla vazgeçmedi.

Varda’nın sineması her daim kadınların dünyasını, onların bakış açılarını ve deneyimlerini görünür kılmayı amaçladı. 

Varda, sinema anlayışını “sineyazı” (cinécriture) olarak tanımlıyordu. Onun için sinema sadece bir hikaye anlatma aracı değil, bir yandan da görüntülerle yazılan bir metindi. Belgesel ile kurmacayı harmanlayan, deneysel teknikler kullanan Varda, sinema tarihine sayısız yenilik kazandırdı.

Toplayıcılar (Les Glaneurs et la Glaneuse), Agnès’in Plajları (Les Plages d’Agnès) ve Mekânlar ve Yüzler (Visages, Villages) gibi geç dönem filmleriyle de genç kuşakları etkilemeye devam etti.

91 yıllık hayatında hep merak eden, 65 yıl boyunca sinemayla dans eden Varda, sinemanın, her cinsiyetten insanın anlatabileceği bir sanat dalı olduğunu kanıtladı. Agnès Varda dünyayı kadınların gözünden anlatan bir devrimciydi desek yeridir.

“Neşe saçan bir feminist olmayı denedim ancak fazlasıyla öfkeliydim.”

Agnès Varda Filmlerinde Kadın Karakterlerin Temsili

Agnès Varda, sinemanın kadın seslerinden biri olarak perdeye bambaşka bir bakış getirdi. Onun kadınları yalnızca aşk hikayeleriyle var olmuyor. Agnès Varda filmlerinde kadınlar kendi seçimlerini yapan, özgürlüğünü sorgulayan, bazen kaybolan ama her zaman kendi yolunu çizen karakterler olarak karşımıza çıkıyor.

Özellikle 70’lerden sonra feminist hareketin etkisiyle anlatıları daha da cesurlaşıyor. İşte tam da bu yüzden, onun filmleri yıllar geçse de bizlere ilham vermeye devam ediyor.

İçeriğin devamı spoiler içerebilir.

Mona – Vagabond

Agnès Varda’nın Vagabond (Yersiz Yurtsuz) filmi, sistemin dışına itilmiş genç bir kadının, Mona’nın izini sürüyor. Film, Fransa kırsalında soğukta donarak ölen Mona’nın cesediyle açılıyor ve geriye dönerek onun yolculuğunu, rastladığı insanların tanıklıklarıyla anlatıyor. Ancak Varda, Mona’yı anlatırken onu tam anlamıyla tanımlamamıza izin vermiyor. 

Mona; sabitlenemeyen, kadraja sığmayan, sınırları aşan bir karakter. Ne bir yere ait ne de bir düzenin içinde. Yıkıcı, başına buyruk ve toplumun onayladığı kadın normlarına tamamen aykırı.

Ona bakanlar, bir yandan özgürlüğünü kıskanırken bir yandan da huzursuz hissediyor. Yol boyunca tanıştığı insanlar, ona önce yardım eli uzatıyor ama sonra hızla geri çekiliyor. 

Mona, ait olmadığı bir dünyanın içinde tek başına var olmaya çalışırken sistemin acımasız gerçekleriyle yüzleşiyor. Varda, seyirciyi de bu duyarsızlığın bir parçası haline getiriyor—sanki olan bitene biz de göz yummuşuz gibi. Film bittiğinde ise aklımızda tek bir soru kalıyor: Mona’yı gerçekten anlayabildik mi?

Cléo – Cléo 5 to 7

Agnès Varda, Cléo de 5 à 7 filminde bizi Paris sokaklarında Cléo ile birlikte iki saatlik bir dönüşüm yolculuğuna çıkarıyor. Cléo bir yandan kanser testinin sonuçlarını beklerken bir yandan da kendisini ve kimliğini keşfediyor. Film boyunca şehir, adeta ikinci bir başrol oyuncusu gibi Cléo’nun dönüşümüne eşlik ediyor.

Başlangıçta güzelliği ve dış görünüşüyle tanımlanan Cléo, zamanla kendi varoluşunu sorgulayan bir bireye dönüşüyor. 

Aynalarla kurduğu ilişki, erkek bakışının onu nasıl parçalara ayırdığını gösterirken, Paris sokaklarında yürüdükçe kendi özünü keşfetmeye başlıyor. Kadınlara biçilen moda, aşk ve güzellik gibi rolleri sorgulayan film, Cléo’yu bir nesne olmaktan çıkarıp özne haline getiriyor.

Günümüzde halen güncelliğini koruyan Cléo 5 to 7, Agnès Varda’nın bize miras bıraktığı en güçlü kadın dönüşüm hikayelerinden biri. (Bizce Agnès Varda sinemasına giriş yapmak için en uygun film).

Thérèse – Le Bonheur 

Ayçiçekleri ve büyüleyici renk paletiyle Le Bonheur, ilk bakışta masalsı bir yaz romantizmi gibi görünüyor. Ancak alt metniyle izleyici derinden sarsan bir film olduğunu söylemeliyiz.

Hikaye François’nın gözünden anlatılıyor. François sevdiği eşi Thérèse’in yanına bir de Emilie’yi ekleyerek mutluluğunu artırabileceğini düşünüyor. Onun için her şey doğal bir akış içinde ilerliyor, bu süreçte iki kadını da mutlu ettiği fikrine inanıyor. 

Thérèse’in trajik ölümüyle bu denge bozuluyor gibi görünse de film tam tersine, onun yokluğunu neredeyse görünmez kılıyor. Emilie, hızla Thérèse’in yerine geçiyor ve hayat sanki hiç kesintiye uğramadan devam ediyor.

Agnès Varda tam da burada keskin bir toplumsal eleştiri yapıyor. Kadınların erkek mutluluğu için nasıl “değiştirilebilir” görüldüğünü, bireysel özneliklerinin yok sayıldığını incelikle gözler önüne seriyor. 

Bilindiği üzere klasik anlatılarda kadın karakterler genellikle erkek kahramanın hikâyesine hizmet ediyor. Le Bonheur’da ise kadınlar hikayenin merkezinde ancak patriyarkal düzen içinde birer figüran gibi konumlandırılıyor.

Agnès Varda bu son derece rahatsız edici devamlılığı pastel tonlarla, güneşli karelerle anlatırken izleyicisini fark ettirmeden derin bir sorgulamaya itiyor.

Agnès’in Plajları

Eğer insanların içine bakabilseydik, manzaralar bulurduk.

Agnès Varda’nın Les Plages d’Agnès (2008) belgesel/filmini yönetmenin hayatını, sanatını ve feminist duruşunu iç içe geçiren otobiyografik bir anlatı olarak tanımlamak mümkün. Ancak bu öyle büyüleyici bir anlatı ki… Güzel bir rüyadan uyanmak veyahut gözlerini alamadığı bir sergiden çıkmakla eşdeğer duygular hissettiriyor diyebiliriz.

Varda,Les Plages d’Agnès ile hayatını sahnelere, sahneleri ise hayatına dahil ederek hem kendini hem de feminist bakış açısını sinematik bir anlatıya dönüştürüyor. Bunu yaparken sadece kişisel tarihini anlatmıyor, aynı zamanda kadınların sinemadaki temsiline dair güçlü bir eleştiri sunuyor. 

Film boyunca anılar, eski film sahneleri, röportajlar ve teatral canlandırmalar bir araya gelerek benzersiz bir anlatı dokusu oluşturuyor. Varda’nın incelikle kullandığı metaforlar da bu anlatıyı güçlendiren en önemli unsurlar arasında.

Örneğin; bir sahnede Yeni Dalga hareketinin erkek yönetmenlerini fotoğraflarıyla bir çerçeve oluştururken görüyoruz. Agnès Varda ise bu fotoğrafta çemberin içinde, gözleri kapalı ve ağzı parmağıyla örtülü şekilde karşımıza çıkıyor.

Film boyunca Varda, bir yandan sinema tarihindeki erkek egemen yapıyı eleştirirken diğer yandan kadın bakışını sinemanın merkezine yerleştiriyor. Onun için sinema, sadece bir anlatı alanı değil, aynı zamanda kadınların kendilerini ifade edebilecekleri özgür bir mekan. Nitekim, “Sinema benim evim” dediği sahne bu yaklaşımının en güçlü ifadesi!

Bir Feminist Olarak Üretmek ve Yaşamak!

Agnès Varda, sanatını ve yaşamını ayrılmaz bir bütün olarak gören, üretim sürecinde kimliğini, deneyimlerini ve toplumsal meseleleri cesurca işleyen bir yönetmendi. 

Kadın olmanın, anne olmanın, yaş almanın ve sanat dünyasında var olmanın getirdiği tüm zorlukları sinemanın özgün diliyle görünür kılmayı başardı. Filmlerinde sokaktaki insanlardan yakın çevresine, işçilerden feminist aktivistlere kadar birçok kişiden ilham aldı. Kadınların toplumsal konumunu, ataerkil sistemin baskılarını ve bireysel özgürlük arayışlarını perdeye yansıtırken, öykü anlatımındaki samimiyetinden asla ödün vermedi.

Onun sineması didaktik olmadan güçlü mesajlar veren, küçük hikayelerle büyük gerçekleri anlatan bir yapı taşıyordu. 

1977 yapımı L’une chante, l’autre pas (Biri Şarkı Söylüyor, Diğeri Söylemiyor) filminde kürtaj hakkı mücadelesi merkezinde kadın dayanışmasını ele aldı. 1975’te çektiği Réponses de femmes belgeseli de yine kadın bedeni üzerindeki toplumsal kontrolü sorgulayan çarpıcı bir yapımdı. 

Varda yalnızca kamerasıyla değil doğrudan eylemleriyle de feminist hareketin içindeydi; 1971’de Simone de Beauvoir’ın öncülüğünde kürtaj hakkı için yayımlanan “343’ün Manifestosu”na imza atan kadınlardan biriydi.

2018’de Cannes Film Festivali’nde kadın yönetmenlerin temsil edilmediğine dikkat çeken protestoya da öncülük etmişti. Sinemanın erkek egemen bir alan olduğu gerçeğini reddetmedi ama bunu değiştirmek için yılmadan çalıştı. Elbette gerçek değişimin kırmızı halıda değil, fabrikalarda, mahallelerde ve kadın dayanışma ağlarında gerçekleşeceğini savunuyordu. 

Kariyeri boyunca sinema endüstrisindeki cinsiyet eşitsizliğine karşı durdu. Ancak bunu yalnızca bir kadın yönetmen olarak değil, sanatın ve ifadenin özgürlüğü adına yaptı. 

Agnès Varda her zaman yaratıcı olmanın, bağımsız kalmanın ve kendi sesini duyurmanın peşinde oldu. Tam da bu nedenlerle ki Agnès Varda sadece sinema tarihine değil, insanlığa ve biz kadınlara da unutulmaz bir miras bıraktı.

Varda’nın kadın karakterleri gerçekten de “yeri yurdu olmayanlar” değil; aksine, kendi alanlarını inşa edenler! İyi ki vardın Agnès Varda!

İlgili Yazılar
Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir